Jalapeno Biberi gibiydin sen benim için;
Egzotik,ateşli ve ulaşılmaz.
Ağzımı yakacağını bilsem de
Seven kalbe anlatılmaz.
Yunus Abi yine yorucu bir günün ardından evine dönüyordu. Otobüsü uzun
süre gelmeyince yürümeye karar vermişti. Hava yaz olmasına rağmen biraz
soğuktu. Garip bir esinti vardı. Yunus Abi üzerindeki ince hırkaya
sarıldı. Rüzgarın uğultusu onu rahatsız etmeye başlayınca adımlarını
hızlandırdı. Oğlu Ömer Faruk Tuncer'in doğum günüydü bu gün. Oğlu onun için
dünyadaki en önemli şeydi. Karısı geçen
sene çimento makinesinin içinde boğularak can vermişti. O günden beri
oğluna daha da sarılmıştı Yunus Abi. Biricik oğlunun doğum günü için Hızlı Arabalar serisi 2000 oyuncağı almıştı. Nasılsa Ömer'im anlamaz diye
hediyeyi gazeteye sardırmıştı. Hatta hediye olarak gazete bile verse
Minik Ömer Faruk Tuncer için fark etmezdi çünkü onun IQ'su onbirdi. Evet
Ömer Faruk Tuncer annesi ve babasının zekasının aksine IQ'su onbir olan
zavallı bir çocuktu ve etrafındaki cisimleri algılayamıyordu. Bir de
bunun üzerine babası çok çalıştığı için onunla ilgilenemeyince Ömer
Faruk tam bir hayvan olmuştu. 6 gündür değiştirilmemiş beziyle evde
böğürerek geziyordu. Acı içinde masa ve sandalyeleri ısırıyordu. Yemek
istiyordu, belki de altının değiştirilmesini... Kim bilir? Ama
kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da Minik Ömer Faruk Tuncer'in
derhal tıbbi desteğe ve bakıma ihtiyacı olduğuydu. Babası Yunus Abi ise
tam bu sırada içkici bir şerefsiz olduğu için içki içsem ne güzel olur
diye düşünüyordu. Oğlunu bir anda unutmuş içki dünyasında içkili hayaller
kurmaya başlamıştı bile. Hemen en yakın bara girdi ve en pahalısından
içki söyledi. Resmen çocuğunun rızkını içkiye veriyordu ve umrunda bile
değildi. Babası böyle şerefsizlikle meşgulken Ömer Faruk Tuncer kaderine
karşı gelmesi gerektiğini anladı. Ölmek istemiyordu, bir şekilde hayata
tutunmalıydı. En temel iç güdüsü, en çok istediği şey yaşamaktı. Bütün
cesaretini topladı..Yiyeceğe en çok benzettiği şey olan
vitrini gözüne kestirdi. O an Minik Ömer Faruk'un aklından neler geçiyordu bilemeyiz ama bunların mantıklı bir açıklaması olmadığı
kesindi. Minik Ömer tüm gücüyle koşup vitrine kafa attı. Vitrin hafif
sallandı. Onun dışında bir şey olmadı. Ömer Faruk Tuncer yemek bulamadığı
için çok sinirliydi. Böğürerek vitrini yumruklamaya başladı. Tombik
dengesiz bebek kolları vitrini sallıyordu. En sonunda yaşlı vitrin bu
saçma darbelere dayanamayıp Minik Ömer'in üstüne devrildi. Ömer'in burnuna
ve ağzına vitrinin camları girmişti. Kafasına ise annesinin en sevdiği
eşya olan mavi kül tablası büyük bir yarık açmıştı. Kan
kaybediyordu. Ağzını kesen camlara rağmen ağlıyordu. Çığlıkları gecenin
huzurunu bozuyor ama kimseye ulaşmıyordu. Ömer Faruk Tuncer sabaha kadar
ağzından kan sızdırarak enkazın altında ağladı. Sabahın ilk ışıklarıyla
Ömer Faruk Tuncer de son nefesini vermişti. Tam o sırada kapı anahtarla
açıldı. Yunus Abi girdi içeri, oğluna seslendi cevap alamadı. Telaşla
salona girdiğinde korkunç manzarayı gördü. Bir baba için hayal bile
edilemeyecek o manzarayı. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Yunus Abi
yumruğunu sıkıyordu. Her yeri titriyordu. Hissettikleri tahmin bile
edilemezdi. Yavaşça Ömer Faruk Tuncer'in soğuk bedenine yaklaştı. Gözlerini
karısının hatırasına, oğlunun cesedine dikip bekledi. Sonra birden Minik
Ömer Faruk'un kafasına tekmeyi basarak ; YA VİTRİNİ FALAN KIRMIŞ HEP
HAYVAN, YA OOOOOOOOOFFFFFFFFFF dedi. Yunus Abi tam bir şerefsizdi.
Bugün evime dönmek için tramvaya binmeye karar
vermiştim. Çünkü yürüyerek döndüğümde üşüyordum. Geçmiş
deneyimlerimden öğrenmiştim bunu. Hava soğuktu. Tramvay durağına
geldiğimde makine bileti yutup garip hareketler yaptı her zamanki
gibi. Korkarak biletimi geri aldım. Korkunç bekleyiş başlamıştı. Tramvay
geldi. Zaten neredeyse dolu olan tramvayı bir de biz duraktakiler gözümüze kestirmiştik. Zar zor bindim. Bir tarafa yerleştim. Şimdi tramvay harekete
geçmişti bile, herkes evine gidiyordu, akşamdı, çoğunun ellerinde poşetler
vardı. Çocuklarına eşlerine bir şeyler almışlardı, yorgundular ama
mutluydular. Bu arada karşımda oturan ufak çocuğa dikkat ettim. Boyundan
büyük çantasını kucağına koymuş camdan dışarı bakıyordu. Bütün gün ufak
yaşına rağmen nelerle uğraşmıştı acaba. Bu yaşta dershaneye
gidiyordu. Ona küçük bir selam verdim; seni anlıyorum küçük savaşçı... Gülümsedi, başını salladı. Bu arada tramvay yeni bir durağa
gelmişti, bakalım bu sefer hangi yürekler binecekti... Hangi canlar,
hangi güzel insanlar? diye düşünüyordum kendi kendime. En ön saflarda
ton ton bir teyze vardı. Tam bir anadolu kadınıydı. İlerleyen yaşına
rağmen ağır torbalar taşıyordu. Kapılar açıldığında."Bin bakalım ton ton
teyze kim bilir nereye gidiyorsun" diye geçirdim içimden. O an ayağımda bir acı
hissettim, ton ton teyze ayağıma basıyordu. Sonra etrafa nefretle baktı
oturacak yer arıyordu. Acelesi vardı belli. Bütün gün çay içip pasta
yemek onu yormuştu. Ayağımı kurtarmaya çalışırken bana omuz atarak
tramvayın iç kısımlarına doğru yürüdü. Acımasızdı, o oturacak yer
bulmalıydı yoksa kendini iyi hissetmezdi. Sonra korktuğum gerçekleşti
teyze bizim küçük yorgun dershane savaşçısının önüne gitti. Bekliyordu
yer verilmesi için. Çocuk ise zar zor uyanık kalıyordu. Teyzeyi fark
etmemişti bile. Kadın beklemekten sıkılarak "GENÇLİĞE NE OLMUŞ BÖYLE?! SİZ
KALKACAKSINIZ BİZ OTURUCAZ NE SAYGI VAR NE TERBİYE, EDEPSİZLER ŞUNLARA
BAK HİÇ UTANMIYORLAR!" gibi çığrışlara başlamıştı. Bunu duyan diğer
gençlerden çoğu kalktı başkalarına yer verdi ama hala dershane
savaşçısı üzerine alınmıyordu, çünkü o sadece evine gitmek
istiyordu. Teyze delirmişti ağzından köpükler çıkarak çocuğu yakasından
tuttu "SANA DİYORUM SANA EDEPSİZ! ANNEN BABAN SANA BÜYÜKLERİNE YER VERMEYİ ÖĞRETMEDİ
Mİ?" dershane savaşçısı dehşete düşmüştü ne olduğunu anlamak için etrafına bakıyordu ama çevredeki herkes "cık cık cık kadın haklı
valla gençlik nereye gidiyor?" gibi cümleler kuruyordu. Kulaklarıma
inanamıyordum. O an fark ettim ki dershane savaşçısı bana
bakıyordu. Gözleri hem korku hem de çaresizlikle benden yardım
istiyordu. Bu bakışlara seyirci kalamadım. Elimi teyzenin omzuna koyup.
"Hey teyzecim böyle davranmana ne gerek var? Bak belli ki o da yorulmuş, genciz diye ölümsüz değiliz ya? Biz de çok yorulabiliyoruz bazen, o
çocuğa böyle davranmanı gerektirecek hiç bir şey yok. Zaten alt tarafı
bir tirendeyiz ya TİREN YA, TİREN NEDİR Kİ? RAYDA GİDİYOZ YA 30 SANİYEDE
BİR DURAĞA GELİYOZ NE SENİN DERDİN? UFACIK BEBEĞE NE YAPIYOSUN SEN TEYZE, BİR SEN Mİ PARA VERDİN BU TİRENE? NİYE KENDİNİZİ EVRENİN EFENDİSİ
SANIYOSUNUZ LAN? " diye çıkış yaptım. Bir an bir sessizlik oldu. O son
cümleyle ileri mi gittim diye düşünüyordum. Ama galiba bana hak verdiler
dedim. Gülümseyerek arkamı dönerken "TEYZEYE VURAMAZSIN LAN" diyen
tramvay halkı bana saldırmaya başladı. Yumruklar havada
uçuşuyordu. Liderleri pozisyonunu alan ton ton teyze
"ÖL-DÜ-RÜN-ÖL-DÜ-RÜN-ÖL-DÜ-RÜN" diye bağırarak onları harekete
geçirdi. Tramvayın şoföründen camı açması rica edildi. Camlar açıldığında
beni sanki dondurma ambalajını atar gibi camdan fıyıkladılar. Camdan
düşerken tek görebildiğim dershane savaşçısının bana gülümseyerek
teşekkür ettiğiydi.Ben de gülümsedim. Sonra raylara düşünce pek akıllıca
davranıyor olmadığımı fark ettim. Arkalarından en sevdiğim kahraman olan Nasrettin Hoca'nın lafını patlattım. " BEN ZATEN İNECEKTİM!!". Gerçekten de tam devlet hastanesi durağında fıyıklamışlardı beni camdan
yani zaten inecektim... Eve gittim. Çorba içtim. Uyudum.
Keşke bedenin olmasaydı kıyma.